Popüler Yayınlar

14 Aralık 2010 Salı

Sevgi ve Dürüstlük

Sevgi ve dürüstlük öğeleri birbirini tamamlayan ve kişiye de büyük bir özellik yükleyen sihirli kelimelerdir. Her ikisi de bir nadide çiçek gibidir. Gerçek sevginin ve beraberinde gelen dürüstlüğün, özlenerek arandığı günümüzde bu değerlere çok ihtiyacımız var. Dürüst olacak kişinin öncelikle gerçekleri olduğu gibi kabul etmesi gerekmektedir. Bunun içinde yaşamın bütün engellemelerine, karşı koymalarına rağmen cesur olmalıdır. Yani dürüst olabilmenin bedeli zorluklarla kaplıdır. Fakat buna rağmen insana sunduğu huzur değer biçilmezdir. Dürüst olmayı tanımlarken insan olabilmenin en temel öğesi diye açıklayabiliriz. Bu özellikler kimseyi aldatmamak, kendi çıkarların için başkalarını kandırmamak, olduğun gibi görünmek, kaybedeceğini bilsen bile haksızlığın karşısına dikilmek, doğru bildiğin, inandığın yoldan sapmamak gibi açıklayabiliriz. Yani dürüst olmak zor iştir. Bunun için yalnız başına kalmayı, kişisel çıkarlarından fedakârlık etmeyi, tek başına zorluklara karşı göğüs germeyi göze almalısın. Bundan dolayı dürüstlük az bulunan bir maden gibi çok değerlidir. Kişiler çoğu kez dürüst olduğunu iddia ederler. Fakat yaşamlarını gözlemlediğinizde çıkara dayalı eylemlerinin, söylemlerinle uyuşmadığını görürsünüz. Kişisel çıkarları incelediğimizde hepsi maddiyatla ilgili olmayabilir. Bunlar kişilerin kendisini üstün görme çıkarı, duygusal çıkarlar, sanatını, sporunu yorumlarken yapılan gerçeği yansıtmayan çıkarlardır. Kişi bu şekilde önce kendine karşı dürüst olmaz. Kendisine karşı saygınlığını yitirir. Gerçekleri söyleyemediği, kabul etmediği için bazı nedenlerin arkasına sığınır. Yok, koşullar bu şekildeydi, yok mutlaka bu şekilde hareket etmem gerekiyordu, yok içinde bulunduğum durumu bilmiyorsun gibi mazeretlerin arkasına saklanırlar. Kişiler bu gibi nedenlerin arkasına saklanmamalıdır. Bu gibi kandırmacalar uzun süreli olmadığı gibi, kimsede bunlara uzun süreli inanmaz. Kişi bunu sürdürürse sadece kendisini kandırır. Bu deniz kıyısında kumdan kaleler yapmak gibidir. Siz kale yaptıkça deniz onu yıkar ve her defasında daha çok kum yığar. Sevginin de sağlam bir zemin üzerine oluşabilmesi için önce dürüst olmak en gerekli nedendir. Bu zeminde sevgi en güzel şekliyle gelişir. Ayrıca dürüstlük özgürlük demektir. Bu özgürlüğünüzle birlikte yaşamınızda güzelleşir. Sevgi ve dürüstlükle oluşan dostluğu dair şair, yazar Halil Cibran’ın söyledikleri çok şey ifade etmektedir. "Dostunuz size aklından geçenleri açıklarken ne 'hayır'ı ne de 'evet'i ona söylemekten korkmayınız. Ve o sustuğunda yüreğiniz onu dinlemeyi sürdürsün; eğer dostun senin içindeki denizin alçalacağını bilmek zorundaysa, bırak yükseleceğini de bilsin. Yalnız zaman öldürmek için aranılan dost nedir ki ?“

Ahmet Güdücüoğlu

Önemli Olanı Kavrayabilmek


Yaşamımızda çoğu kez önemsediğimiz, fakat aslında yanlış olan davranış biçimlerimiz çoktur. Günümüzde çeşitli etkileşim araçları sayesinde kişiler olumsuz tavırlar içine girebiliyor. Yaratılan bu popüler kültür ile kişilerde oluşan yanlış algılamalarla yaşamı kavrayabilmek çok farklı olabiliyor. Örneğin benimsetilmek suretiyle kendi kültürümüzü yansıtmayan, saman alevi gibi parlayıp bir daha ebediyen unutulan şarkılar gibi. Görsel Dünyamızda çok büyük bir yer tutan ve çok paralar kazandıran futbolun spor dalları içinde en ön plana çıkması. Diğer voleybol, basketbol, hentbol, güreş gibi spor dallarının gerekli ilginin gösterilmemesi. Giyimde, kozmetik sanayinde daha ucuz, daha kaliteli ürünler varken, reklâmların yönlendirmesiyle oluşan marka takıntısıyla daha pahalı ürünler tercih edilmektedir. Bu gibi yönlendirmeler sonucu kişiler doğru, hesaplı olan kararlar yerine, onu zarara sokan seçimler yapabilmektedirler. Kendisine çevresine faydalı olana ilgi göstermemektedir. Kişilerin davranış biçimlerini, olaylara verdikleri önemi anlatan bir bilgelik öyküsü, konumuz açısından çok güzel bir örnektir. Eski Yunanistan’ın büyük hatibi Demosten’in ülkeyi ilgilendiren önemli bir mesele hakkında Atinalılara hitap etmeye çalışıyor, fakat kimse pek ilgilenmiyordu. Büyük hatip bunun üzerine konusunu değiştirdi. Bir adam evindeki eşyasını bir diğer köye götürmesi için eşek kiraladı. Sahibide eşeğiyle birlikte geleceğini söyledi. Öğle üzeri yemek için mola verildi. Güneş sıcaklığı ile ortalığı kasıp kavuruyordu. Eşeği kiralayan kişi hayvanın gölgesine uzanarak dinlenmek istedi. Eşeğin sahibi ise, sen sadece eşeği kiraladın, gölgesini kiralamadın diyerek gölgesinde kendisinin faydalanması gerektiğini savunur. Eşeği kiralayanı, eşeğin gölgesinden kaldırmak ister. Eşeği kiralayan adam ise hayvanı her şeyiyle kiraladığını belirterek, hayvanın gölgesinden dinlenme hakkının kendisinde olduğunu savunur. Demosten konuşmasının bu noktasında durur ve kürsüden ayrılmak için hareket eder. Fakat dinleyiciler hep bir ağızdan kürsüden ayrılmamasını, eşeğin gölgesinde kimin dinlendiğini söylemelerini isterler. Çağın büyük hatibi o zaman bağırarak der ki: Siz ne aptal insanlarsınız! Sizi çok yakından ilgilendiren hayati bir mesele üzerindeki konuşmayı dinlemek istemiyor, ama eşeğin gölgesiyle ilgileniyorsunuz.

Ahmet Güdücüoğlu

Acılarımızda değişti



Günümüz modern yaşamın, davranış biçimlerimizi etkilediği çeşitli olumsuzluklardan biriside acılarımızı da yeterince hissedememek. Eski yıllarda bir komşumuzu bile kaybettiğimizde duyduğumuz üzüntülere karşı gittikçe yabancılaşıyoruz. İnsan olmanın temel unsurlarından biri olan masum duygularımızdan uzaklaşıyoruz. Sokakta, pazarda, kalabalıklarda güç duruma düşen, rahatsızlanan kişilere karşı donuk bakışlarla, fazla ilgilenmeden bakıp gidiyoruz. Masumiyetini, insan sıcaklığını kaybetmeye başlayan kişiler toplumda gittikçe artmaya başladı. Geçmiş dönemlerde, kaybedilen bir yakınının, eşin arkasından günlerce tutulan matem günleri eskilerde kaldı. Kaybettiğimiz değer verdiklerimizin yasını tutmak, sevgi gibi acıları da paylaşmak, canlı tutmaktır. Karıma mektup adlı şiirinde Nazım Hikmet “en fazla bir yıl sürer / yirminci asırlılarda / ölüm acısı” diyordu. Bu süre yirmi birinci asırda daha da azaldı. Modern yaşamda uzun süreli üzüntülerin de çözümü bulundu. Terapistler, psikologlar yas tutmayı kolaylaştıracak teknikler sunuyorlar. Zamanımızda geniş iletişim araçlarıyla oldukça bilgilenen insan, yaşamdaki tehlikelerin farkındadır. Bu şekilde donatılmış kişi olayları bilinçli olarak fark etmeyerek, daha çabuk unutarak bazı gerçeklerden kaçma yoluna gitmektedir. Risk almaktan kaçınan kişi kolay yaşamanın yollarını arar. Ona acıyı, üzüntüyü, dertleri anımsatacak her şeyden kaçmaya çalışırlar. Böylece kişiler, günümüzde gittikçe azalan insancıl duygularından, masumiyetinden gittikçe uzaklaşırlar. Örneğin Bosna da yaşanan savaşta oğlunu kaybetmiş bir anneye bir televizyon muhabiri neler hissediyorsunuz diye sorduğunda bunu ekrandan izleyen batılı bir aile fazla bir üzüntü duymuyordu. Körelmiş duygularıyla tepkisiz, sadece seyreden bir toplum oluşmuştu.

Stejpan G. Mestrovic Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Duyguötesi Toplum” adlı kitabında “Duygu ötesi tiplerden beklenen çabucak üzüntüyü bırakıp çalışmaya ve dünya meselelerine dönmektir.” diye yazmış. Yazar burada günümüzde insanın üzüntülerle zaman kaybetmediğini, daha çok kazanmak, daha çok elde etmek için çok daha fazla çalıştığını anlatmaktadır. Duygularını kaybetmiş toplumlarda kişilerin temel hedefi, kazanmak ve tüketmektir. İnsanı değerler, anlayışlar çok daha sonra gelmektedir.

Eskiden acılarımıza sahip çıkar, kaybettiklerimizin değerini anılarımızla, duygu ve düşüncelerle canlı tutmaya özen gösterirdik. Bu duygularımızda samimi olmak, ona tüm kişiliğimizle sarılarak sahip çıkmak çok önemliydi. Bu anlayış ile yakılmış ağıtlarımız hala türkü dünyamızda canlılığını korumaktır. Bunlar ısmarlama değil, tüm duygu yoğunluğu ile bezenmiş türkülerdir. Konumu Şair Yusuf Hayaloğlu’nun dizeleriyle tamamlamak isterim. Sen bir suydun oysa/sen bir ilaçtın./Hoşça kal canımın içi,/Hoşça kal.


Ahmet Güdücüoğlu

Farkına Varamadığımız


Yaşamımızda hep büyük olayların, beklentilerin peşine takılırız. Hedefimiz büyük olmak veya büyüklerin yanında olmaktır. Bize ilk başta hep yön veren, amacımıza ulaşmamızı sağlayan küçük nedenleri pek önemsemeyiz. Bir tohum, bir çekirdek ile ağaçlar, bir sürü tahıl, gıda maddeleri oluşur. Küçük su damlalarıyla dereler, sonra nehirler, denizler ve sonra okyanuslar meydana gelir. Ama bizler genelde küçük nesnelere ilgi göstermez, büyüklerin hayalini kurarız. Hâlbuki buna ulaşmanın yolu, küçük varlıklara önem vermekten geçer. Vücudumuzda yaşamımız için hayati önemde olan, ancak mikroskopla görülebilen varlıklar sağlığımız için çok önemlidir. Örneğin, alyuvarlar vücuttaki hücrelere oksijen taşır, akyuvarlar vücuda giren mikroplarla savaşır. Küçük bir bulut parçası güneşin önüne geçip ışığınızı engelleyebilir. Kibrit çöpüyle başlayan küçük bir ateş büyük bir fırındaki odunları yakar küle çevirir. Çevremizle olan ilişkilerimizde de küçük sözlerle başlayan ifadelerimizle, kişinin kalbini kazanabileceğimiz gibi, kalbini de kırabiliriz. Sevgi dolu küçük bir sözcük, size dostluk ve arkadaşlığın sihirli kapılarını açabilir. Kaba bir davranış, söylenen küçük bir kötü söz ise bu kapıları size kapatabilir. Yaşantımızda küçük ayrıntılara gerekli önemi verelim. K.Kolomb Amerika kıtasını keşfederken çok uzun süren seyahatında, düştüğü umutsuzluktan onu dikkatinden kaçmayan bir deniz otu kurtarmıştır. Bu otu gören kâşif karaya yaklaştığını anlamıştır. İnsan sağlığı için çok önemli olan penisilinin keşfi de küçük bir ayrıntıya verilen önemle olmuştur. Buluşun sahibi Fleming bir tabak içinde yer alan küflerin civarında mikrop yaşamadığına dikkat ederek yola çıkmış ve buluşunu gerçekleştirmiştir. İngiliz şair, yazar R.Kipling’in küçük bir cıvatayla ilgili öyküsü oldukça düşündürücü.“Vaktiyle koskoca bir gemide küçücük bir cıvata vardı. Bu, iki büyük çelik levhayı birbirine bağlayan küçük cıvatalardan biriydi. Gemi Hint Okyanusunda yol alırken bu küçük cıvata, birden bire laçka olmaya başladı, düşme tehlikesi ile karşılaştı. Öteki cıvatalar,’Sen düşersen bizde düşeriz!’diye seslendiler. Geminin teknesindeki perçinlerde ,’Bizde çok sıkışığız bizde laçka olalım’’dediler. Bunu duyan demir kaburgalar ise ’Ne olur yapmayın diye yalvardılar. ‘Siz tutmazsanız biz mahvoluruz!’. Derken küçük cıvatanın niyeti yıldırım hızıyla bütün gemiye yayıldı. Gemi titremeye başladı. Bunun üzerine bütün kaburgalar, levhalar, cıvatalar, en küçük perçinler el ele verip, küçük cıvataya bir elçi gönderdiler. Küçük cıvata yerinde kalmalıydı. Aksi halde gemi parçalanacak, içlerinden hiçbiri vatana kavuşamayacaktı.
Küçük cıvata kendine bu kadar önem verilmesine çok sevindi ve olduğu yerde kalacağını bildirdi.” Küçük nedenlere dikkat edelim,yaşamımızı değiştirebilir.

Ahmet Güdücüoğlu

Paylaşmak


Dünyanın her köşesinden her gün televizyon ve gazetelerden izlediğimiz acı, sefalet, vahşet görüntüleri sadece öykü olarak dikkatimizi çekiyor. Daha sonra sinirlerimizi bozan hoş olmayan bu görüntüleri görmemeye başlıyoruz. Zaten konu bizimle ilgili değilse pek problem yok. Gün geçtikçe kendimize yabancılaşıyoruz. Artık birileri için fedakârlık yapmak, onlarla acıları paylaşmak, insani değerlere, duygulara sahip çıkmak mazide kaldı. İçimizde var olan ama bir türlü ortaya çıkarma cesareti gösteremediğimiz bu güzel duyguları, okuduğumuz kitaplarda veya seyrettiğimiz bir filimde hatırlıyoruz. Fakat daha sonra yine korkularımıza geri dönüyoruz. Bu sıkıntıdan kurtulmanın en kolay yolu olarak, insan beyni yine çözümü buluyor. Etrafında oluşan bu hoş olmayan olayları, işine gelmeyenleri yok saymaya başlıyor.

Günümüzde insan ilgisizliği ile örnekler o kadar çok ki. Bir trafik kazasında, yolda oluşan ani bir rahatsızlıklarda, şiddete maruz kalan birisine yardımda insanların vurdumduymazlığı üzücü boyutlardadır. Yanında oluşan bu tatsız olayları umursamıyor, dönüp bakmıyor bile. Günümüzde insan kendisine yabancılaşmış, tek başına kalmıştır. Küresel yaşamın, biz insanlara verdiği hüzün dolu hediyesidir yalnızlık. Sadece kendisi için yaşamak, kendini düşünmek, en yakınına bile güvenmemek. Bu insanın kendisine yabancılaşmayı, değişimi hayvanların yaşamında göremeyiz. Bunların yaşam biçimi topluluk olarak veya tek başına olmaktadır. Onların hayat tarzından alınacak derslerimiz vardır. Mesela ilgimi çeken bir hayvan olarak kargalar dikkat çekicidir. Bu kuşlar insanlar tarafından sevilmezler. Şirin küçük serçeler, barışın simgesi güvercinler, kuvveti temsil eden kartal, denizlerin sokak çocukları martılar hep sevilmişlerdir. Bundan dolayı kimsenin beslemediği, destek vermediği kargalar, beslenmelerini kendi başlarına halletmişlerdir. Burada bizlere mücadele ve direnmenin zarafetini anlatmaktadırlar. Ayrıca tedarik ettikleri yiyeceklerinden arta kalanları, gömerek, ziyan etmeyerek bizlere tasarruf dersi de vermektedirler. Ayrıca oldukça zeki hayvanlardır. Japonya’nın Sendai kentinde kargalar ile ilgili bir gözlem oldukça ilgi çekici. Topladıkları cevizi kırmızı ışık yandığı zaman pike yaparak, duran arabaların lastiklerinin altına bırakıyorlarmış. Yeşil ışık yanıp arabalar hareket ettiklerinde cevizler kırılıp, kargaların midesine iniyormuş.

Bence kargaların en önemli özellikleri, birbirleri ile güçlü bir dayanışma içinde olmalarıdır. Birisine bir şey olsa, hepsi hemen çevresine üşüşüp yardım etmeye çalışırlar. Bizlerden gittikçe uzaklaşan bu güzel paylaşma anlayışına, hepimizin ihtiyacı bulunmaktadır.

Ahmet Güdücüoğlu

Kendine İtiraf Edebilmek



Hayatımızda yaptığımız hataları, yapmak isteyip de yapamadıklarımızı, kendimize çoğu zaman itiraf etme cesaretinde bulunamayız. Öyle ki itiraf edebilmek, kendin olabilmenin ilk adımıdır. Cesaretli olmanın da ön koşullarından birisidir. İtirafın genel anlamını kişinin kendisiyle hesaplaşma süreci diye tanımlayabiliriz. Kişinin bulunduğu bir durumu ortaya çıkarma cesareti de diyebiliriz. Bulunduğu bu durumdan kurtulma isteği ve beraberinde arkasına bakmadan yeni bir yaşam kurma mücadelesi.

Yaşamımıza baktığımızda kendimizle hesaplaşacağımız o kadar çok nedenlerimiz vardır ki. Örneğin işinizi sevmediğiniz halde, yaşamak için emekliliğe gün sayıp çalışmak, ilişkileriniz yürümediği halde idare etmek, kendi hedeflerin için değil başkalarının belirlediği istekler için çalışmak gibi. Buna benzer nedenlerle yüzleşip sorgulama yaptıkça daha olumlu bir yaşamı kucaklayabiliriz. Ayrıca çeşitli korkularımızla da yüzleşme cesaretini göstermeliyiz. Yalnızlık, arkadaşlarca dışlanma, başarısızlık gibi çeşitli korkulardan sıyrılıp var olan gerçekleri kendimize cesurca itiraf etmeli, çeşitli mazeretlerin arkasına sığınmamalıyız. İnsanlar seni ciddiye almıyorsa bunu inkâr etme yoluna gitme, sebebini sorgula. Günlerini sadece sıkıntıdan kahvelerde zaman geçiriyorsan, yine ayni şekilde evde televizyon izliyorsan yapmak istediğin daha iyi şeyler olabileceğin inin farkına var ve kendine bunu itiraf et. Korkularımıza kılıf bulmaktan vazgeçip, cesurca karşılarına çıktığımız zaman, kendimiz olmaya başlıyoruz demektir. Kendisinde mevcut bulunan eksikleri teşhis etmeye başlayan ve çözüm yolları aramaya başlayan kişi objektif olma yolunda büyük bir adım atmıştır. İtiraf etmek gibi cesaret isteyen bir olguya sahip olan kişi, yüreklice sorunlarına, hatalarına eğilir.

“Bir insanı sevmekle başlar her şey” diyen Sait Faik, ne güzel söylemiş. Her şey bir insanı sevmekle başlar. Bir insanı sevebilen, sevginin gizli gücünü görecek ve bu sayede başka insanları da sevmeyi öğrenecek. İnsanları sevebilmek; çeşitli ayrımları gözetmeksizin sevebilmek çok önemlidir. Böylesi bir gerçeği başkalarına değil, önce kendimize itiraf edebilmek de bir başka önemli noktadır. O yüzden, söyleyeceğimize önce kendimiz inanmalı ya da inandığımız sözü söylemeliyiz.


Ahmet Güdücüoğlu

Olumlu Düşünebilmek


Günümüzde insanların genelde karamsar olduklarını, mutsuzluk içinde yaşamlarını sürdürdüklerini görmekteyiz. Ekonomik çıkmazların arttığı, sorunların dağ gibi büyüdüğü zamanımızda gerçi gülümsemek hakikaten zordur. Bize düşen görev çabalamayı ve yüzümüzden tebessümü hiçbir zaman elden bırakmamaktır. Bir şeyleri başarmanın yolu olumlu, dostça, paylaşımcı düşünceden, uygulamadan geçer. Güzel düşünme, güzel sonuçları ortaya çıkarır. Bu konuyla ilgili kişisel gelişim kitaplarının çoğunda anlatılan bir hikâye vardır.

Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri hayat, sevgi ve evlilik üzerine konuşurken şunları söylüyor:
"İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş.
Kurtlardan biri; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve benciliği temsil ediyor.
Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor."
Gençlerden biri "hangi kurt kazanacak?" diye soruyor ve yaşlı adam kısaca cevap veriyor:
"Beslediğiniz"

Bu örnek, güzel ve kötü düşüncelere sahip olmanın, kişinin hayatı kavrama anlayışında yattığını göstermektedir. Duygular ve düşünceler küçük virüsler gibidir, hızlı bir şekilde çoğalırlar. Olumlu bir şekilde düşündüğünüzde, bu duygular hızla sizi sarar. Olumsuz düşüncede ise, ayni hızlılıkta sizi karamsarlığa iter. Olayları değerlendirmek, buna göre tavır koymak sizin düşünce yapınıza, olayları algılamanıza bağlıdır. Yaptığımız mesleğimizde olsun, sevdiğimiz hobilerde, spor faaliyetlerimizde hep olumlu düşürsek hem başarı, hem mutluluk bizimle olur. Kendi aralarında futbol oynayan çocuklara, maçın skorunu sorun. Mağlup durumda olan sporculardan birine sorduğunuzda, tebessüm ederek skor olarak geride olduklarını, fakat daha galibiyet için yeteli zamanları olduğunu anlatabilir. Bu güzel düşünce adına, mücadele etmek adına, istenilen bir cevaptır. Bazıları ise asık suratla, karamsarlığa kapılmış bir vaziyette daha baştan fark yediklerini, galibiyet için hiç şansları olmadığını anlatabilir. Buda karamsar düşünce adına pek arzu edilmeyen bir durumdur. Kişi daha olayın başında, teslim olmuş, mücadeleci ruhunu kaybetmiştir.

Evimizde veya çevremizde büyük bir zevkle beslediğimiz Japon balıklarının ilginç hikâyesi vardır. Genelde akvaryumlarda gördüğümüz o renkli küçük balıklar. İşte o küçük Japon balıklarını akvaryumdan, okyanusa koydunuz zaman boyları bir, bir buçuk metreye kadar uzayabiliyormuş. Japon balıkların boyları bulundukları alana göre uzar.
İşte bizim düşüncelerimizde, yaşamımızdaki çevremizin ve kendimizin koyduğu sınırlar kadar gelişir ve ancak bu kadar büyüyebilir.
Sınırlarımızı ne kadar geniş tutarsak ve aslında yapabileceğimizden daha fazlasını yapabileceğimize inanırsak, işte bunu başarabiliriz. Ama biz maalesef hayatta karşılaştığımız birçok zorluğu mücadele vermeden kabulleniyoruz ve gerçeğimiz yapıyoruz. Bu gerçeğimizle de yaşamaya devam ediyoruz. Nedense birçoğumuz karşılaştığımız zorluklar karşısında hemen pes ediyor, kendimize ve etrafımızdaki kişilere olumsuz bir yaşam biçimi sunuyoruz.

Ahmet Güdücüoğlu

Gezmek Ve Tanımak


Kişinin zaman buldukça ve şartlar elverdiği oranda gezmeye zaman ayırması, mutluluğunu arttırması için oldukça önemli bir adımdır. Gezmek hem yaşanılan doğanın tanınmasını, hem iş güç stresinden bir nebze uzaklaşmasını sağlar. Bunu gerçekleştirerek tarihe tanıklık etmiş mekânları, yapıları tanıyabilir veya doğanın içinde yer alan büyüleyici güzelliği, yaratıcı değişimi gözlemleyebilirsiniz. Gezerek yaşamın ne kadar renkli, keyifli ve gizemli olduğunu görebilirsiniz. Gezmek, ayni zamanda sorunlarla çevrelenmiş küçük dünyanızdan çıkıp özgürlüğe doğru adım atmanızdır. Her şeyi, dertleri bir an için kenara bırakıp mutluluğu aramanızı sağlayandır. Gezerek yanı başımızda olan ama farkına varamadığımız güzelliklerin, yeni yaşamların, değişimlerin mutluluğunu yakalayabiliriz. Doğada rengârenk açan çiçekleri, sevimlilikleriyle sizi gözlemleyen hayvanları, şırıl şırıl akan dereleri, dünyanın en güzel senfonisini yorumlayan çeşit çeşit kuşları tanıyabilirsiniz. Dikkatlice baktığınızda belki her gün önünden geçtiğiniz, geçmişin izlerini taşıyan, nice yaşamlara tanıklık etmiş tarihi eserleri fark edebilirsiniz. Müzeleri inceleyerek şu anki yaşamınıza nasıl geldiğinizi, geçmişinizi, size bu olanakları sağlayan kişileri ,olayları fark edebilirsiniz.Gezmenin beklide en güzel yanlarından biriside yeni insanları ve onların yaşamlarını tanımaktır.Bu şekilde çok güzel dostluklar kurabilir,her insan yaşamının değişik hikayelerle donatılmış olduğunu görebilirsiniz.Her insanın hikayesi ayrı bir dünya,ayrı bir öyküdür.Bu öyküler sizin hayatı daha çok sevmenizi,yaşamı daha iyi anlamınızı sağlayacaktır.Çocukluğumda okuduğum Arzın Merkezine Seyahat,80 Günde Devrialem gibi serüven romanlarındaki kahramanlar gibi Dünyayı gezmek,bambaşka ülkeleri,dilleri,kültürleri,insanları tanımak özlemim hala devam etmektedir. Sorunlar yumağından oluşan prangalarımızdan kurtulup bu özlemi gerçekleştirmenin çok zor olduğunu biliyorum. Oysa yollarda olmak güzeldir. Gitmek, yaşayacaklarımızı düşleyerek başlar. Her gezide bir ferahlama, uçucu bir heyecanın baş döndüren bir özgürlük soluğu vardır. Yollarda olabilmek özgürlüktür. Ve yollarda olmak, yaşamımızın ne kadar küçük olduğunu gösterir bize. Dünya denilen bu milyarlarca insanın yaşadığı dev okyanusta bir damla olduğumuzun farkına varmaktır. Gittiğimiz yerlerde daha önce hiç görmediğimiz bir dünya vardır, Gezmek evrene bakmayı, bakarken görmeyi, görürken öğrenmeyi, öğrenirken anlamayı, hoş görmeyi sağlar. Gezmek hayata ve insanlara, alışagelmiş yaşantılarımıza karşı ezberimizin bozulmasıdır. Yalnız gezmeye başlamadan önce amacımızı, bunun felsefesini kavrayıp yola koyulmalıyız.

Bu konuda Ünlü yazar Hermann Hesse de, gezilerinde hep yürümeyi tercih ettiğini belirtir ve şunları söyler:
‘Pazardaki ve sokaktaki yaşam, güneşin dansı, topraktaki ve sokaktaki gölgeler, bir ağacın gökyüzüne uzanan ucu, bir hayvanın sesi ve hareketi, insanların yürüyüşü ve davranışı. Sokakların kalabalığı... İç dünyasında bunları aramadan, yaşamın kaçış yollarını sorgulamadan seyahate çıkan insan, geriye bomboş döner...'

Ahmet Güdücüoğlu

Yaşamı Biçimlendirmek


Modern yaşam, belirlediği kalıplar içinde kişilerin yaşamlarını yönlendiriyor. Bunları yaparken de kuralları kendisi belirliyor. Dünyayı atmosfere yayılmış gazlar gibi kuşatan küreselleşme, tüm yaşamları etkilemeye devam ediyor. Karşı konulması oldukça zor olan bu yaşam tarzı, toplumların anlayışını, kavramalarını, gelenek ve göreneklerini değiştiriyor. Küresel Dünya kurnazlık yapmayı, bencil olmayı, gerekirse seni sevenleri yüzüstü bırakmayı, gerektiğinde de uzaktan üzülüyor gibi görünmeyi anlatıyor. Sadece kendi sorunların ve kendi çıkarların için çalışmayı gösteriyor. Bu süreç onun gibi düşünen, onun gibi tüketen, onun gibi davranan insanlar yaratmak istemekte ve fast food yaşam tarzını tüm dünyaya yaymaya çalışmaktadır. Global köy haline gelen Dünyada yaşam biçimleri giderek birbirine benzemektedir. Ekonomik küreselleşmenin hızla yayılması, toplumlarda hızla tüketim anlayışının artması ile orantılıdır. Bu yaşam şeklini, bilgisayar gibi çeşitli dijital aletlere atılan format olayına benzetebiliriz. Optik medyaların (hard disk, disket sürücü, flash disc vb..) okuma ve yazma işlemlerine hazır hale getirilmesi işlemine format denilmektedir. Kısaca format, bir diski biçimlendirmek demektir. Bizimde yeni yaşam biçimlendirmemiz de modern yaşamın belirlediği ölçülerde şekillenmektedir. Bu belirlenen format yeni açılan bir sürü alışveriş merkezleri, ev, iş alanından oluşmaktadır. Özellikle büyük kentlerde misafirler alışveriş merkezlerinde ağırlanıyor, genellikle çocukların doğum günleri hamburgercilerde kutlanıyor. Buralarda kulağında mp3, kucağında kablosuz internete bağlanan bilgisayarıyla kalabalıklar içindeki yalnızlığıyla baş başa gençlerimiz. Sinemaya gitmek için salon aramaya da gerek yok, zira alışveriş merkezlerinde birbirinin ayni salonlar mevcut. Gençlerin buralardaki sohbetlerine baktığınızda formatlanmış gibi birbirlerinin aynisi. Hepsi ayni masada oturmuş, hepsinin de kulağında telefon var. Yanındaki arkadaşlarına rağmen dakikalarca telefonla konuşuyorlar. Sözüm ona birlikte yemek yiyor veya kahve içiyorlar. Eski dönemlerde en önemli değerlerimizden olan gerçek dostluk, arkadaşlık duyguları epeyce yara almış. Bu değerler, karşıdaki kişinin ekonomik gücüne göre belirleniyor. Modern yaşam şekli bireylerin, kendi örf, adet, gelenek ve görenekleriyle bağdaşmayan bir popüler bir kültür oluşturdu. On beş, yirmi yıl öncesine kadar kişilerin onaylamadığı, hoş görmediği hayat tarzları, çağın gereği, olması gereken bir yaşam tarzı gibi algılanmaya başlandı.

Ahmet Güdücüoğlu

Bilgisayar Dünyamız


Her geçen gün yalnızlığımızın arttığı, buna karşın çare aramak gayretinde olmadığımız yaşamımız devam ediyor. Kendimize, çevremize, olaylara yani yaşamın kendisine karşı olan ilgisizliğimiz gün geçtikçe artmaktadır.

Öyle ki yalnızlığımızın doğurduğu umutsuzlukları bilgisayar klavyelerinde aramaktayız. Bunların nedenlerini düşündüğümüzde çeşitli sebepler ortaya çıkmakta. Yalnızlık duygusu, kişinin kendisiyle ilgilenen, ona zaman ayıran yakınlarının olmaması, bir gayesinin olmayışı, kitap okumaması, bir sanatla meşgul olmaması, sporla ilgilenmemesi. Yakın kişilerin eleştirilerinden, yanlış anlamalarından endişe edip düşüncelerini onlarla paylaşmak istemeyip, tanımadığı kişilerle bu ihtiyacını gidermeye çalışması gibi çeşitli nedenlerle insanlar bu boşluklarını sanal dünyada aramaktadırlar.

Bilgisayar çağı, yaşantımızı oldukça kolaylaştırması yanında bizlerden bir sürü şey götürmektedir. Arkadaşlık olgusunun gelişeceği en güzel ortam insanların yüz yüze paylaştığı duygulardır. Ekran başında oluşan arkadaşlık, çoğu zaman samimiyetten uzak bir paylaşmaya dayanmakta. Biz gerçek dostlukların hep yaşanarak ve paylaşarak büyüdüğünü, geliştiğini gördük. Ailesi içinde veya arkadaş çevresinde uyum sorunu yaşayan, kendisiyle yeterince ilgilenilmeyen çocuklarımız dertlerini paylaşmada hep klavyelere yönelmektedirler.

Çocuğu olanların bildiği yeni bir tehlike gelişiyor. "Sanal dünyada şiddet." Dünyanın her köşesinden kolay katılımla oynanan ve şiddet içeren oyunlar, gençler için önemli bir tehlikedir. Ayrıca sanal ortamda oluşturulan bu çeşitli oyunlarda çocuklarımızın ilgisini çok çekmektedir. Fiziksel olarak yani vücudunu çalıştırarak yapacağı oyunların yerini bu sandalye ye bağlı olarak oynadığı sanal oyunlar almaktadır. Sokaklar da, oyun alanlarında, spor tesislerinde bedensel olarak yapacağı spor olayından geri kalmaktadırlar. Bu da gençler için oldukça gerekli olan spor yapma olayını ortadan kaldırmaktadır. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur düşüncesi etkisini azaltıyor gibi. Artık çocuklarımız sanal âlemde sandalye bağlı, hareketsiz bir yaşam tarzını benimsediler. Sağlıklı bir vücut gelişimini engelleyen, obezliği yayan bu biçimi engelleyip, spor yapılmasını desteklemeliyiz. Çocuklarımızı gerçek oyun alanlarıyla, bahçeleriyle tanıştırmalıyız. FİFA bile çocukları spor alanlarına çekmek için sokak futbolu turnuvalarını başlatmıştır. Burada amaç gerileyen futbolu canlandırmak ve çocukları ekrandaki futbol oyunlarından koparıp, gerçek futbol oyunlarının oynandığı sokak araları, arsalar gibi fiziksel olarak gelişecekleri gerçek hayata dönmelerini sağlamaktır. Futbol sahalarının yerini televizyondan sonra bilgisayar ekranları aldı. Ekranlara bağlanan gençlerimiz sandalyenin rehavetine kapılıp, fiziksel yeteneklerini geliştirecekleri spor sahalarından iyice uzaklaştılar. Bu uzaklaşma gençlerimizin sağlıklı vücut gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir. Bilgisayar çocuklarını artık gerçek yaşama döndürme zamanı gelmiştir. Bunun içinde spor çok önemli bir yer tutmaktadır. Çocuklarımızı sporun hareketli yaşamına çekmemiz için hepimize görev düşmektedir. Ortaya konulması gereken spor felsefesi ve bunun devamında tesis zenginliğinin önemini iyi kavramak gerekmektedir.

Sadece izlemeye yönelik spor tesisi yapmak yerine, gençlerin daha çok spor yapacağı semt sahaları gibi tesisleri yapmak çok önemlidir.

Ahmet Güdücüoğlu

11 Aralık 2010 Cumartesi

Mevsim Yaprak Dökme Zamanıdır.


Güzellikler, dertler, sorunlar, üzüntülerle donatılmış mevsimler sırasıyla değişmeye devam ediyor. Her mevsimin kendine has güzelliği var. Kış gibi zorlukların çok olduğu bir mevsim öncesi olan sonbahar, gerekli önlemleri almamız açısından önemli. Sonbahar mevsiminde ağaçların yaprakları sararmaya, sonradan da bu sararan yapraklar dökülmeye başlar. Bu şekilde ağaçlar belirli bir istirahat dönemine girmiş olurlar. Hüzünlü olan bu mevsimde, yapraklar önce sararırlar, sonra kahverengi ve kırmızı renklere dönüşerek, harika bir görsel bir şölenle dökülmeye başlarlar. Ağaçlar, sonbaharda bünyelerinde sakladıkları işe yaramaz maddeleri, bu mevsimde dışarıya atarlar. Yaprak dökümü zamanı ağaçlar yapraklarındaki bütün besleyici maddeleri emmeye başlar. Bu dönemde ağaç, yapraklarda bulunan tüm yararlı maddeleri gövdenin ortasından geçen iliğe çeker, sonra işe yaramaz maddeleri yaprakları ile birlikte döker. Yaprağa sırası ile sarı, kahverengi, kırmızı rengi veren bu maddelerdir. Ağaçların yapraklarını dökme nedenlerinden biriside su ihtiyacını ölçülü bir şekilde kullanma zorunluluğudur. Zira soğuk hava şartlarında, özelikle don zamanı yaprakların hücreleri her an parçalanma durumundadır. O zaman bir şekilde parçalanıp toprağa düşecek yaprağı boşuna taşımak ve su rezervlerini onun için kullanmak bir israf olacaktır.

İnsanlarında, belirli dönemlerde ağaçlar gibi onu üzen yapraklarını dökmeye ihtiyaçları vardır. Hayatta çoğu kez çeşitli sorunlarla karşılaşırız. Bazen bu sorunların üstesinden gelemediğimiz dönemler olur ve bir bocalama devresine gireriz. Bu problemleri çözmek için bir sürü yol denemiş, fakat sonuca ulaşamamışızdır. Burada dikkat edilmesi gereken çözemediğimiz bu sorunların, başka problemlere yol açmasını engellemektir. Örneğin bir arkadaşınızla aranızda sorunlar çıktığında onu kazanma anlayışıyla kendisine yaklaşmalıyız. Davranışlarımızda hataya, hata ile cevap vermemeliyiz. Gereksiz problemleri dert haline getirmeyip, dostluk duygusunun erdemini ön plana çıkarmalıyız. Onu kazanma uğrana saplantılarımızı bir kenara fırlatmalıyız. Bir iş konusunda da başarısız olduğumuzda bunu yakınlarımızla paylaşabilme olgunluğunu göstermeliyiz. Çevremizden aldığımız destekle, zorlukları rahatlıkla aşabiliriz. Bunun için gereksiz gurur, kapris gibi duygulardan uzaklaşmalıyız. Yaşamda bir sürü hata yapabiliriz. Önemli olan dayanışma ile bunları aşmak ve hatalarda ısrarcı olmamaktır. Sartre ‘Hayatta yapılacak o kadar çok hata var ki, ayni hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yoktur.’der.

Yaşamımızda ağaçların yapraklarını döküp, sıkıntılarından kurtulduğu gibi, hayatın oluşturduğu sorunları, daha büyük dertler, üzüntüler yaratmadan yaşantımızdan atmalıyız. Bu şekilde yaparak, ağaçların yapraklarını ilkbaharda yenilediği gibi, bizlerde hayatımızı yenilemelere ve değişikliklere açabiliriz.

Ahmet Güdücüoğlu

Unutulan Komşuluklar


Komşu kelimesi evleri, yaşamları, mekânları birbirine yakın, bitişik insanların ortak yaşam alanları için kullanılır. Bizim toplumuzda bu terim çok daha fazla bir anlam ifade eder. Bu, paylaşım, yardımlaşma, dayanışma, kötü gün dostluğu, gönül yakınlığı gibi güzellikleri anlatır. Komşu, komşusuyla sadece selamlaşmadan öte sevincini, üzüntüsünü, dertlerini paylaşır, ortak olur. Bu söylediklerimin çoğunun geçmişte kaldığını, bu güzel değerlerimizi yitirdiğimizi biliyorum. Bu güzellikleri yaşadığımız çocukluk günlerimizi aramamak mümkün değil. Bu dönemlerde aile sıcaklığı ile komşu sıcaklığı bir arada yaşanırdı. Komşu büyüklerine değer vermek, aile büyüklerine değerle eşdeğerdi. Komşuya saygı, kendi ailene saygı ve sevgi kadar önemliydi. Komşuluk kavramı, toplumun birbirine sevgi, saygısının bir göstergesidir. Aile kurumu ile komşuluk kurumu birbirini tamamlayan bir sevgi yumağıydı. Toplumdaki kişilerin birbirlerini sevmesi, değer vermesi aile, sonrada komşuluk kavramının güçlenmesiyle oluşur. Bir çocuğun eğitiminde olsun, yetişmesinde olsun tüm komşuların yardımı, desteği çok büyüktü. Sosyal kaynaşma için komşuluk kavramı çok önemlidir.

Günümüzde sanayileşme, toplumun sosyal yapısında önemli değişikliklere neden oldu. Eskiden otorite olan yaşlı ve beraberinde aile kurumu toplumsal saygınlığını kaybetmeye başladı. Ekonomik zorluklardan dolayı giderek küçülen aile birimi, bir çekirdek aile biçimine döndü. Bundan dolayı aile kurumuyla birlikte, komşuluk kurumu da saygınlığını yitirmeye başladı. Günümüzde erozyona uğrayan değerler arasında, komşuluk kurumu da nasibini almıştır. Toplum kişilerle, kendisine faydalı olduğu ölçüde ilgileniyor. Bireyselliğin hızla arttığı günümüzde, kaybettiğimiz bu güzel değerlerin farkına varamamaktayız.

Komşuluğumuzda artık özellikle büyük kentlerde, sabah işe giderken bazen solgun bir şekilde söylenen günaydın sözcüğünü bile aramaktayız. Ev alınmayıp, komşu alınan o güzel günler artık geçti. Kapıdan, tuz, şeker, kahve istenilen, kapıda çocuklar kaldığında sahip çıkılan, hastaya, düğüne, kedere ortak olunan güzellikler artık gittikçe azalmakta. Gelişen teknoloji bize refah getirmekle birlikte, insan ilişkilerini zayıflattı. Akşam yorgun argın eve gelen bireyler televizyonun karşısına geçince, komşuluk gelip gitmelerini erteliyorlar. Bu ilişkileri olumsuz bir şekilde etkileyen diğer bir neden de hayat pahalılığı.
İnsanlar bu ekonomik güçlükler karşısında misafir çağırmaya da çekiniyor. Komşuluğu olumsuz etkileyen bir başka sebepte, güven duygusunun giderek azalması. Güven ortamı olmayınca sıcak ilişkiler, dosthane yaklaşımlar oluşamıyor.

Batı toplumunda yıllar önce önemini kaybeden komşuluk, yeniden gündeme gelmek zorunda kaldı. Daha önce sadece kendi için kazanan, kendisinden başkasına değer vermeyen, bencilliğin ön planda olduğu bir yaşam biçimi hâkimdi. Ama bunların sonucunda da, bu topluma korku ve güvensizlik virüsü bulaşmıştı. Kazanan ama komşusuna dahi güvenmeyen, korkan insanlar topluluğu oluşmuştu. Bu ortamdan kurtulmanın çözümü yanı başlarındaydı, yani kapı komşularıydı. Hem insan ilişkilerinin gelişmesi, hem de güvensizlik ortamının kalkması için çeşitli yollar aradılar. İngiltere de örneğin komşu gözetim kurumu birimleri oluşturuldu. Bu grubun yardımlaşmasıyla, suç oranları yüzde seksene yakın azaldı. Yardımlaşmanın güzelliklerini görmeye başlayan toplumda, komşu kavramı değer kazanmaya başladı. Bizimde eski, güzel komşuluk yaşamını yakalamamız için ilk adımı kendimiz atarak, bu güzel dayanışmayı başlatmalıyız.

Ahmet Güdücü oğlu

Unutulan Arkadaşlıklar


Arkadaşlık kelimesi kalpleri, duyguları, paylaşımları birbirine yakın insanlar için kullanılır. Bizim toplumuzda bu terim çok fazla bir anlam ifade eder. Bu, paylaşım, yardımlaşma, dayanışma, kötü gün dostluğu, gönül yakınlığı gibi güzellikleri anlatır. Arkadaş, arkadaşıyla sadece selamlaşmadan öte sevincini, üzüntüsünü, dertlerini paylaşır, ortak olur. Bu söylediklerimin çoğunun geçmişte kaldığını, bu güzel değerlerimizi yitirdiğimizi biliyorum. Bu güzellikleri yaşadığımız çocukluk günlerimizi aramamak mümkün değil. Bu dönemlerde aile sıcaklığı ile arkadaş sıcaklığı bir arada yaşanırdı. Arkadaşa değer vermek, büyüklerine değerle eşti. Saygın arkadaş kavramı, toplumun birbirine sevgi, saygısının bir göstergesidir. Toplumdaki kişilerin birbirlerini sevmesi, değer vermesi aile, sonrada arkadaşlık, dostluk kavramının güçlenmesiyle oluşur. Bir çocuğun eğitiminde olsun, yetişmesinde olsun arkadaşlarının yardımı, desteği çok önemlidir. Sosyal kaynaşma için arkadaşlık kavramı çok gereklidir.

Günümüzde sanayileşme, toplumun sosyal yapısında önemli değişikliklere neden oldu. Arkadaşlık anlayışı da saygınlığını yitirmeye başladı. Zamanımızda erozyona uğrayan değerler arasında, arkadaşlık kurumu da nasibini almıştır. Toplum kişilerle, kendisine faydalı olduğu ölçüde ilgileniyor. Bireyselliğin hızla arttığı yaşamımızda, kaybettiğimiz bu güzel değerlerin farkına varamamaktayız.

Arkadaşlıklarımızda artık özellikle büyük kentlerde, sabah işe giderken bazen solgun bir şekilde söylenen günaydın sözcüğünü bile aramaktayız. Kaybettiğimiz arkadaşlarımızı bile çok daha sonra kahve sohbetinde veya yolda öğrenebiliyoruz. Yaşam denilen tren hızla geçip gidiyor, bizler hala birçok değerlerin farkında olamıyoruz. Kapıdan, tuz, şeker, kahve istenilen, dışarıda çocuklar kaldığında sahip çıkılan, hastaya, düğüne, kedere ortak olunan arkadaşlık güzellikleri artık gittikçe azalmakta. Gelişen teknoloji bize refah getirmekle birlikte, insan ilişkilerini zayıflattı. Arkadaşlığı olumsuz etkileyen nedenler arasında ekonomik zorluklar, güven duygusunun giderek azalması gibi sorunlar bulunmakta. Güven ortamı olmayınca sıcak ilişkiler, dosthane yaklaşımlar oluşamıyor.
Batı’da daha önce sadece kendi için kazanan, kendisinden başkasına değer vermeyen, bencilliğin ön planda olduğu bir yaşam biçimi hâkimdi. Ama bunların sonucunda da, bu topluma korku ve güvensizlik virüsü bulaşmıştı. Kazanan ama arkadaşına, komşusuna dahi güvenmeyen, korkan insanlar topluluğu oluşmuştu. Bu ortamdan kurtulmanın çözümü yanı başlarındaydı, yani kapı komşularıydı, arkadaşlarıydı. Bunların sonucunda da doğruyu görüp arkadaşlık, komşuluk kurumlarının gelişmesi için çalışmalar başlattılar.

Bütün bunları yazarken, geçen günlerde Cam sporun yıllar öncesinin, teknik adam, sporcu ve idarecileriyle yaptığımız buluşma, arkadaşlığın güzelliğini bir kez daha ortaya koydu. Uluslararası sporculuğuyla her zaman onur kaynağımız olan Hocamız Bülent Eken ile yola çıktığımız amatör futbol serüvenimiz unutulmaz arkadaşlık anılarıyla doludur. Birlikte olduğumuz bu günde arkadaşlığın ışıldayan aydınlık yüzünü bir kez daha gördük.


Ahmet Güdücü oğlu

Umudu beklemek


Yaşamın güzelliklerinde, kaynağında, hep bir şeyleri beklemek, umut çiçeklerinin daha gür bir şekilde açmasını dilemek bizlerin hep hayalidir. Umut etmek, yaşama daha sıkı sarılmayı sağlar, yaşanılandan mutluluk duymayı ve daha çok güzellikler istemeyi canlı tutar. Umut etmek tüm ideallerin daha ileriye gitmesi demektir. Umut, yaşamı canlı tutmaktır. O halde hep umudumuz olsun, onu en yüksek dağın arkasında olsa bile aramaktan geri durmayalım. İçimizde umudun kıvılcımları hep olsun. Kapılar suratımıza kapandığında bile yılmadan, diğer kapıların açılması için mücadele edelim. Herkesin bildiği özlü söz deki gibi insan yenilince bitmez, umutlarını yitirince tükenir. Yaşama olan bağlarında kopmalar başlar. Asya seferine çıkmaya hazırlanan Büyük İskender bütün mallarını satar. Buna şaşıran arkadaşları neden bunu yaptığını, kendisine bir şey kalmadığını sorarlar. O ise bilinen tarihi kararını açıklar, bana umut kaldı der. Kalan umut mücadeleci bir yapının en büyük temelini teşkil etmektedir. Hayatının baharında olan gençler için umut, geleceklerine sahip olmak için en önemli bir unsurdur. Tahsil yaşamlarında, istedikleri mesleği, istedikleri sanat dalını, istedikleri spor dalını elde etmek için umutları, en önemli lokomotifleri olacaktır. İstedikleri bölümü kazanmak için, içlerindeki arayış ve mücadele ümitlerinden hiçbir zaman vazgeçmemelidirler. Umudu daima istemeli ve onu hak etmeliyiz. Bu şekilde mücadele ederek umutsuzluğu yenebiliriz.

Beklediği bir mesleği seçemeyen bir genç onu elde etmek için uğraş vermeli, orayı kazanana kadar çalışmasını sürdürmelidir. Bilindiği gibi istemek başarmanın yarısıdır. Tırnaklarıyla mücadele eden, mutlaka istediğini elde edecektir. Bu meslek konusu olsun, spor ve kültür olsun hepsi için geçerlidir. Bunun için beklemeden hemen uğraşa başlanmalıdır. Konfüçyüs’un dediği gibi: İyi yaşamayı sonraya bırakan; yolunda ırmağa rastlayıp da akıp geçmesini bekleyen adama benzer. Irmak hiç durmadan akıp gidecektir. Yaşamın herhangi bir biriminde iyi bir meslek sahibi olmak, istediği dalı yapmak umutları da hiç sönmemelidir. Çok uğraş veren, mutlaka bunun meyvesini alacak, başarıyı yakalayabilecektir. Her zaman umut kapınızı açık bırakın, en güç koşullarda bile kesinlikle kapatmayı düşünmeyin. Örneğin istediğiniz spor bölümünde belki yıldız olamayabilirsiniz. Önemli olan sevdiğiniz sporu yapmak, onun hazzına ulaşmaktır. İnsanı en mutlu eden olay sevdiği bir etkinliği yapabilmesidir. Tarihte meşhur konuşmacı Ciceron’u, bu kadar büyük ve ünlü kılan özelliği onun inanılmaz hatipliği idi. Bu büyük hatip çocukluğunda konuşmakta zorlanıyordu. Ama içinde güzel konuşma umudu hiç sönmedi. Ağzını çakıl taşlarıyla doldurur, bu şekilde devamlı konuşma eksersizleri yapardı. Çakıl taşlarıyla yaptığı çalışmalar sonucu tarihin en güçlü hatibi oldu. O umudun, yılmamanın en güzel örneğini bizlere hediye etti. Benjamin Franklin’in aşağıdaki sözü her şeyi özetliyor.

Umudunu yitirme, cebindeki son anahtar belki de kilidi açacaktır.

Ahmet Güdücüoğlu

Sinema



Geçenlerde kongre meydanın da yapılan sinema günleri bana sinemanın etkileyici gücünü

Bir kez daha gösterdi. Televizyonların yaşamımızda yer almadığı çocukluk günlerimizde, bizi yaşamla tanıştıran, hayal dünyamızı genişleten görsel bir sihirdi sinema. Bir edebi eserde yakalayamayacağınız, düşünce zenginliğini, hayellerin şekillenmesini izlediğimiz filimler de bulabiliyorduk. Sinema günlerinde izlediğimiz filimler bizleri çocukluğumuzun, güzel anılarına götürdü. Ayrıca belgesel niteliği olan bu filmlerde özellikle İstanbul un yemyeşil, betonlaşmamış şirin görüntüleri, eski günlerin ne kadar değerli olduğunu haykırıyordu. Ayni zamanda insan ilişkilerindeki sıcaklığı, arkadaşlığı ve paylaşmanın güzelliğini ders verir nitelikte yorumluyordu. Bizleri sanatın her türlüsünü sevdiren, tanıştıran sinemaydı. Doksanlı yıllara doğru sinemalar yıkılıp, yerlerine iş hanları yapılmaya başlandı. Özellikle yazlık sinemalar hemen hemen hiç kalmadı gibi. Bizim kültürümüzde sinema çok önemlidir. Bizim kuşak bu kültürle yetişti. Sinema salonları insanları bir araya getiren, sosyalleşmesini sağlayan bir buluşma yeriydi. Rahmetli Ayhan Işığın gösterimde yer alan Otobüs Yolcuları filmini sekiz dokuz yaşlarında izlediğimi hatırlıyorum. Trafik sorunu olmayan, boğaz kıyıları sadece yeşilliklerle donatılmış bir İstanbul’u bu filimde tekrar imrenerek izledim. Filmin yönetmeni Sayın Ertem Göreç in dediği gibi, meslektaşlarının çoğunun halka en güzel eserini ortaya çıkarmak gibi bir idealleri vardı. En güzeli sunmak temel hedefleriydi.

Günümüzde sinemaya baktığımızda, popüler kültürün ön plana çıktığını görüyoruz. Hâsılat yapan, gişe rekorları kıran filmlerimiz çok. Ama başarılarını daha çok reklâmın gücünden aldıklarına tanık oluyoruz. Aralarında yetenekli yönetmenlerin filmleri de çok. Ama genel tabloya baktığımızda sinemanın aydınlatıcı, öğretici özelliğini kaybettiğini görüyorum. Yurt dışında ödül alan yetenekli yönetmenler in filmi vizyona girdiğinde, çok seyirciyle buluşamıyor. Zira medya gerekli desteği onlara göstermiyor.

Eski sinema kahramanlarının hafızalarımızdaki yeri hala güncelliğini büyük bir sevgiyle koruyor. Bir Kemal Sunal, bir Adile Naşit yaşam biçimimize yön veren canlandırdıkları çeşitli karakterleriyle, kalplerimizi sevgi, saygı ışığıyla sürekli aydınlattılar. Bu iki rahmetli sanatçımızın eserlerini, şu an torunlarımız bile ayni heyecan ve ilgi ile izliyorlar. Gerçek sanatın gücü, yıllar geçse de demek eksilmiyor. O dönemlerin çocuklarıyla yapılan söyleşilerin birinde annesi çalışan bir gencin sürekli izlediği, Adile Naşit’i anneannem gibi görüyorum demesi, sanatçının dağıttığı sevgi taneciklerinin büyüklüğünü gösteriyordu.

Ahmet Güdücüoğlu


Sevgi Ertelenmez


Yaşamımıza anlam katan, yaşam gücümüzü, sevincimizi arttıran çok önemli bir kavramdır sevmek sözcüğü. Bu güzel duyguya ulaşan, yaşamını bir kır bahçesinin güzelliği ile donatmıştır. Yaptığınız mesleği, hobinizi, arkadaşlıklarınızı, sporu severek yaparsanız mutluluktan pay almanız mutlaktır. Başarı ve bunun sonucu ortaya çıkan mutluluk için, yaptığınız çalışmayı gerçekten sevmeniz gerekmektedir. Sevmek yaşamınızda güzelliğin kapısını açan sihirli bir anahtardır. Gerçekten, inanarak sevmek kolay değildir. Çalışmak, mücadele etmek ve ter akıtmanız sevgiyi elde etmenin gerekli yollarındandır. Uğraş vermeden, emek vermeden gerçek sevgiye ulaşamazsınız. Yıllar önce seyrettiğim ve Sinemamızın unutulmaz eserleri arasında yer alan, Cengiz Aytmatov’un romanından aktarılan Selvi Boylum Al Yazmalım Filminde usta sanatçı Türkan Şoray’ın söylediği ve hatıralarıma kazınan sözcükler hala gücünü sürdürmektedir.

"Sevgi neydi? Sevgi, sıcacık insan eliydi. Sevgi emekti."

Seçtiğiniz mesleği, yaşam biçiminizi, yapmak istediklerinizi severek yapmak ve seçmek, hayat denen zorlukları daha rahat geçmenizi sağlayacaktır. İş yaşamınızı, arkadaşlıklarınızı, mücadele ederek, elde ettiğiniz sevgi ile çok daha sağlıklı bir hale getirebilirsiniz. Yeni bir işe başlayan kişi, mesleğini severek seçti ise başarılı olması çok daha kolay ve zevklidir. Gerçi günümüzde kişinin sevdiği mesleği bulması ve yapabilmesi çoğu kez kendi isteği dışında olmaktadır. Bundan dolayı sevdiği ne olursa olsun, çok emek vermesi gerçeği ortaya çıkmaktadır. Sevdiği mesleği olsun, hobileri olsun, yapmak istediği faaliyetler olsun, istediğine ulaşması için çok çalışması gerekmektedir. Sevmediği bir olayı yapmaktansa, çok uğraş vererek gönlünün istediği çalışmaları yapmak, yaşamda daha huzurlu bir ömrü beraberinde getirmektedir. Severek yapılan her uğraş sizi başarıya, güzelliklere daha çabuk ulaştıracaktır. Yapılan hangi iş olursa olsun sevgi harcıyla yoğrulursa, bir şeyleri üretmenin hazzı yüksek olacaktır. Yapılan her iş olsun, kendinizi geliştireceğiniz kültürel alanlar olsun, spor faaliyetleri olsun, içinizde oluşan gerçek sevgiyle yapılmalıdır. Başarı için sevmek şarttır. Bazen parasal gücün yeterli olmadığını, başarının gelmediğini görüyoruz. Eğer sevgi olmazsa, bir işte başarılı olmaya sadece para yetmez. Sevmek bir insan için hava gibi, su gibi gereklidir. Sevgi kokusu, duygusu olmadan insanın yaşamdan zevk alması zordur. Sevgi bir insanı hayata bağlamada, tıbbın en etkili ilaçlarından daha etkileyicidir. Sevgi, derde en güzel ilaçtır.

Mutlu yaşamın başı sevgidir. Gerçek sevgi bir çıkar beklentisine,bir şarta bağlı olmamalıdır.Bu anlamda günümüzde sevgi kavramı, anlamından değer kaybetmiştir.

Ahmet Güdücüoğlu

Risk Almak


Hayat devam ederken genelde almak istemediğimiz, uzak durduğumuz bir kavramdır. Hâlbuki yaşamın kendisi bir risktir. Her yönüyle paraya endekslenmiş yaşamımızda risk deyince aklımıza sadece ticari hayatta, borsada para kazanmak için alınan bedeller akla gelir. Aslında yaşamımızın her anında bu risk unsurunu görebiliriz. Trafikte aracımızı sürerken kaza yapma, çalıştığımız bir işten çıkarılma, girdiğimiz bir sınavda kazanamama, mutlu olduğunuz yaşamınızda mutsuz olma risklerini hep taşımaktayız. Hayat yapısı gereği önümüze risk alma zorunluluğunu hep koyuyor. Bizlerde bu risklerin çoğuna aldırmadan veya farkına varmadan yaşamımızı sürdürüyoruz. Hayatımız bir su gibi akıp giderken birçok kararlar veriyoruz. Düşünmeden, araştırmadan verdiğimiz kararlarımız bize hüzünler yumağı şeklinde dönebiliyor. Ve bunların sonucunda hayal kırıklıkları etrafımızı sarabilir. Onun için verdiğimiz her yeni kararların getirebileceği riskleri iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Riskin algılanma olayı da kişilere göre farklıdır. Örneğin sigara içen birisinin solunum hastalıklarına yakalanma riski fazladır. Ancak bunun oluşumu uzun yıllara dayandığı için risk almak kolaylaşmaktadır. İyi sonuçlar bekleyerek verdiğiniz kararların mutlaka bir riskinin olduğunu unutmamalıyız. İyi çıkabileceğini düşündüğümüz sonuçların, kötüde çıkabileceğini de düşünerek hareket edersek, fazla hayal kırıklığı yaşamamış oluruz.

Her şeye rağmen bir şeyler yapabilmek, bir şeyler üretebilmek için riskleri almamız gerekir. Hayatınızda ufacık risklerden kaçıp, kazanacağınız büyük mutluluğunuzu kaybedebiliyorsunuz. Bu tür çekincelerden kaçarak yaşamınızı tek düze, anlamsız, zevksiz yapabiliyorsunuz. Bu tür riskleri alarak hayatımızı daha bir renklendirebiliriz. Önemli olan, yaşam bize bir sürü risk sunarken, doğru zamanda, doğru riskleri almaktır. Örneğin sevdiğinize ilk defa duygularınızı anlatmak, beraberinde sevileni kaybetme riskini de getirir. Böyle bir risk var diye sevgimizi ifade etmemek bize çok şey kaybettirebilir. Sevgimizi karşılık görememe riskini rağmen belirtmeliyiz. Doğru bulduğumuz düşüncelerimizi, dokuz köyden kovulma riskini de göz önüne alarak mutlaka belirtmeliyiz. Bunun gibi çeşitli sorumluluklardan kaçarak hayatınız anlamsızlaşır. Çeşitli riskleri doğru değerlendirip, hayatınızın bahçesini çeşitli çiçeklerle renklendirebilirsiniz.

Büyük Şair Pablo Neruda bu konuyu dizelerine çok güzel yansıtmıştır.

Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi
Mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.
A
lışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
Girmeyenler.

Yavaş yavaş ölürler.

Ahmet Güdücüoğlu

Olumlu düşünmek


İnsan yaşamında düşüncenin önemi çok büyüktür. Düşüncenin sonucunda kişilerde davranış biçimleri buna göre şekillenir. Etrafımıza şöyle baktığımızda insanların çoğunun karamsar düşünceyle donatıldığını görürüz. Hayatta olumsuz düşündükçe, yaşamda bize bunu negatif olarak yansıtır. Davranışlarımızı da bu düşünce yapımıza göre belirleriz. Dolayısıyla olumsuzluklar yaşamımızın tümünü kapsar. Buda hayatımızın çekilmez bir hal almasını ve bunlar içerisinde kaybolmamızı sağlar. Hayatın güzelliklerini göremez, mutluluğu yakalayamaz ve hep acı içerisinde yaşama bakarız. Hâlbuki pozitif düşünürsek sözlerimiz, davranış biçimimiz ve bunların sonucunda alışkanlıklarımız hep olumlu olur. Bu şekilde hayata hep iyi yönünden bakarak mutluluk kapısını daha rahat açabiliriz. Olumlu düşünen insan yaşamdan zevk almaya başlayacak, bunun sonucunda da kendisine hedefler koyup buna ulaşmaya çalışacaktır. Tüm bu olumlu düşünmelerin sonucunda kendimize güvenimiz, cesaretimiz, araştırıcılığımız artacaktır. Olumlu düşünme devamlı pembe tablolar çizerek kendini kandırma değildir. Yaşamın gerçeğini olduğu gibi kabul edip, düşünce sistemimizi pozitif düşünceye göre yön vermeliyiz. Burada temel nokta beynimizi olumlu düşünce üzerine programlamaktır. Sadece başarmayı düşünmeli, başarısızlığı bir kenara atmalıyız. Bu belki zor ama zevkli bir uğraştır. Bu mücadelede başarılı olmak için kişi öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır. Bu konudaki düşüncesiyle birlikte söylemlerin, eylemlerin tutarlı olması gerekmektedir. Bu başarılmazsa çevreye karşı güven sağlanmaz. Pozitif yaşam tarzını başarmak için bir insanın kendisine güvendiği gibi çevresine de ayni şekilde güvenmelidir. Yaşamını değiştirebileceğine inananlar, yaşamını iyileştirebilirler. Bu şekilde uğraş veren insanlar yaşam kalitelerini yükseltebilirler.

Olumlu düşüncenin ana kaynağı sevgi ve beraberinde saygıdır. Bunun için insanları öncelikle sevmeli ve onlarla bir şeyleri beraber üretmeyi, beraber kazanma heyecanını, mutluluğunu yaşamalıyız. Başkalarına yardım eden insan kendisini daha mutlu hisseder.

Güzel düşünmenin bedenimizide olumlu bir şekilde etkilediği bilimsel olarak ta ifade edilmektedir. Kötü düşünce sonucu vücudumuzun kimyası da bozulur, kan basıncıda olumsuz etkilenir. Korku, öfke bazen kalbe de zarar verebilir, vücut direnci azalabilir. Üzüntülü duyguların, çeşitli ağrı ve sancılara neden olduğu söylenmektedir. O halde yaşamımızdan, kolay olan ve mutluluk veren olumlu düşünceyi eksik etmemeliyiz. Unutmayalım ki hayatınız düşüncelerinizin yapısına göre şekillenir.

Ahmet Güdücüoğlu

Özür Dileyebilmek


Bazen cevrede kilerimizi istemeden kırabiliyoruz. Günümüzde sorunları daha da artan kişiler, karşısındakileri fazla düşünmeden verdiği cevaplarla üzebiliyor. Dertleri karşısında bunalan kişi çabucak bir yakınını verdiği cevaplarla tersleyebiliyor. Daha sonra hatasını anlayanlar kırdıkları dostlarını arayıp bir özür dileme konusun dada yetersiz kalabiliyorlar. Özür dilemek kırdığımız, yaraladığımız kişiyi, ilişkiyi iyileştirmek için çok gerekli bir davranıştır. Ancak bizler bu konuda ne kadar başarılıyız? Gerçekten özür dilemenin inceliklerini ve geç kalmadan zamanında yapılmasını biliyor muyuz? Bu konuda yaşanılan sorun nerden başlayacağımızı ve nasıl af dileceğimizi bilmemekten kaynaklanmaktadır. Küçük hatalarımız için belki kusura bakma sözcüğü yeterli olabilir. Açtığımız daha büyük yaralar için etkili kelimelerden daha fazlasına ihtiyaç bulunmaktadır. Eğer bunları tam zamanında ve gerektiği gibi yapmazsak, incittiğimiz insanlar bize güvenmemeğe devam edeceklerdir. Bunların sonucunda ise belki onlara karşı hayal kırıklığına uğrayacak, özrümüzü kabul etmedikleri için öfkelenmemize neden olacaklardır.Burada olayları zamana bırakarak küllenmesini bekleyerek,ilişkilerimizin tekrar düzelmesini umut etmek bizi hayal kırıklığına uğratabilir.İncittiğimiz kişilerin,korunma kalkanları kırılmıştır.Size karşı güveni sarsıldığından, her hareketinizin olumsuzluklarla dolu olacağı düşüncesi beynini kaplamıştır.İlk yapacağınız şey duygudaşlık kurmak,karşı tarafın yerine kendinizi koyarak onun bakış açısından olaylara bakmaya çalışmaktır.O zaman size güvenmekte neden tereddüt ettiğini, nasıl bir acı hissettiğini,ne yaparsanız size tekrar inanıp güvenebileceğini daha rahat anlayabilir,kendi hatalarınızı çok daha net görebilirsiniz.Kendinize sorun,onun yerinde olsaydınız,hangi davranış veya davranışlarınızı değiştirirseniz,ona tekrar güven vermenizi sağlardı.Eğer olumsuz etkilenme ciddi anlamda ise, içten sözler bile o kırılan yüreği onarmaz.Burada kırılan kişinin, size karşı tekrar güvenmesi için, onu yaralayan olayın yerini, telafi edici bir eyleme bırakması gerekmektedir ki,kişi size tekrar güvenebilsin.
İlk adım olarak; Onu kırdığınız bu olayın sizi de çok üzdüğünü belli ederek başlayabilirsiniz. Sonra hatalı olduğunuzu bildiğinizi ve bu olanlar, yaşattığınız üzüntü için ne kadar pişman olduğunuzu söyleyerek devam edebilirsiniz. Çünkü o, güvenini suiistimal eden, samimi duygularını sarsan size karşı öfke duymaktadır. Kendinizi savunmayı bırakarak, karşınızdaki kişinin, size içindeki öfkesini rahatça ifade etmesini beklemelisiniz. Bundan dolayı pişmanlık duyduğunuzu açık bir şekilde göstermeniz gerekmektedir. Kırılan kişinin tekrar incitilme korkusunun üstesinden gelmesi ve karşısındakine inanabilmesi, güvenebilmesi için, sözlerden daha fazlasına ihtiyacı vardır. Bu yüzden kendilerini tekrar güvende hissedip, size inanana kadar yakınlaşmanıza izin vermeyeceklerdir. Yaptığımız çeşitli yanlışlardan dolayı çevredeki arkadaşlarınızla aranız bozuldu ise, bu olayı zamana bırakmayın zira bu karşınızdakini daha fazla üzmekten ve sizden gittikçe uzaklaşmasından başka bir işe yaramaz. Onun için hatalı durumlarımızda kendimizi affettirmenin yollarını aramalı, üzüntümüzü, pişmanlığımızı göstermek için çaba göstermeliyiz. Bunun sonucunda karşınızdaki bir süre sonra olanları unutmaya, acılarını dindirmeye başlayarak sizi affetme yolunda adım atabilecektir.
“İnsan hatasını kabul ettiğinde asla utanç duymamalı; bu, onun bugün, geçmişte olduğundan daha erdemli olduğunu gösterir.”Alexander Pope

Ahmet Güdücüoğlu